23 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir okur olarak Marcel Proust: İnsanlar arasındaki dostluk hava civadır

“Üzücü olan şu: Kayıp Zamanın İzinde'yi okuyabilmek için iinsanların ya hasta olmaları ya da bacaklarını kırmaları gerekiyor.”
Bu sözler Marcel Proust'un doktor kardeşi Robert'a ait. Üç bin sayfadan daha uzun (Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan çevirisi 3026 sayfa) bir roman yazan Proust'un uzun cümleleri de en az eseri kadar ünlüdür. Alain de Botton'un tespitine göre bu cümlelerin en uzunu beşinci ciltte (Mahpus) yer alıyor ve standart ölçüde bir metin olarak dizildiğinde yaklaşık dört metre tutuyor. Böylesine belalı bir yazar, acaba nasıl bir bir okurdu?
Bu soruya yanıt ararken Türkçe'de ilk elden başvurabileceğimiz tek kaynak Prost'un Okumak Üzerine (Notos Kitap) adlı uzun metni.

Proustyen şaşırtmaca

Proust'un akdikenleri Okuma Üzerine'nin satır aralarında da kendini gösteriyor. Okuma üzerine bir çift kelam etmek isterken, çocukluğunun mutfak köşelerini, köyün çiçekli yollarını, parkın aşağısındaki kuğuları, ikindi sofralarını, büyük halanın kimseyle tartışmayı kabul edemeyeceği değer yargılarını uzun uzun anlattıktan sonra “Okumadan söz etmek isterken, kitaplardan başka her şeyden söz ettim” diyor Proust ve özeleştiri yaptığını zannedenleri şaşırtmak için de hemen ekliyor.
“Çünkü okumalarım sırasında benimle konuşanlar kitaplar değildi. Ama belki okumaların bende birbiri ardına bıraktıkları hatıralar, benim okurumda da uyanacaktır. Bu çiçekli ve sapa yollarda zaman kaybetse de okuma adı verilen özgün psikolojik edim, zihinde yavaş yavaş yeniden yaratılacak ve böylece benim belirtmem gereken kimi düşünceleri şimdi kendine aitmiş gibi izleyebilecek güce sahip olacaktır.”
Asıl söylemek istediğini yazmadan önce özeleştiri yapacakmış hissi uyandıran bir girişle okuru şaşırtması (zira Proust asla özeleştiri yapmaz. Becket'in onu 'çalçene kadınefendi' diye nitelemesi boşuna değildir) Proustyen anlatımın tipik bir örneğidir. Okuyan bilir, Proust beklenmedik cümlecikleri ardarda yazarak okuru şaşırtmaktan büyük zevk alır. Şöyle der mesela: “Doktorlara güvenmek en büyük ahmaklık olur, eğer güvenmemek daha büyük bir ahmaklık olmasa.”

Okuyanlar Proust'un dostluğa inanmadığını da çok iyi bilir. Söz konusu dostluk olunca, okuru köy yollarında, sarp kaylıklarda, ırmak kenarlarında, akdikenler arasında dolaştırmadan doğrudan söyler sözünü: “Hiç şüphesiz dostluk, bireyler arasındaki dostluk hava civadır ve okuma bir dostluk biçimidir.”
Ancak Proust'a göre okuma diğer dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluk biçimidir. Üstelik bu dostluğa saygı da gereksizdir: “Moliere'in söylediğine tam tuhaf bulduğumuz ölçüde güleriz; bizi sıktığında sıkılmış görünmekten korkmayız ve onunla birlikte olmaktan gına geldiğinde ne dehası ne de ünü onu aniden yerine koymaktan bizi alıkoyamaz.Bu katışıksız dostluğun atmosferi, sözden daha katışıksız olan sessizliktir. Çünkü başkaları için konuşuruz ama kendimiz için susarız.”

Okur-yazar Proust

Marcel Proust, Okuma Üzerine'de bir okurun yazardan neleri beklemesi (beklememesi de denebilirdi) gerektiğini de anlatıyor.
“Yazarın” diyor “bilgeliğinin bittiği yerde bizimkinin başladığını çok iyi hissederiz ve onun yapacağı tek şey bizim arzu duymamızı sağlamekken, bize yanıt vermesini isteriz:”
Bu cümlenin öncesinde ve sonrasında yazdıklarıyla okur kimliğiyle konuşur gibi görünse de aslında yazar olarak okurdan beklentilerini dile getirmektedir. Proust okumanın pek kolay olmadığının da pekala farkındadır Kayıp zamanın İzinde'nin yazarı, nasıl ki yeryüzünün en güzel parçalarına, saklı cennetlere zorlu yollardan dolaşılarak bir hayli zahmetle varılabildiğinin farkındaysa.
İşte size iki Proust okuma deneyimi. Hem de işi okumak olan iki uzmanın deneyimi. Kayıp zamanın İzinde'nin ilk kitabı olan Swanların Tarafı'nı yayımlamak amacıyla inceleyen yayınevinin editörü tepkisini şöyle dile getiriyor:
“Sevgili dostum, belki ben bir aptalım ama uyumaya çalışan bir adamın yatakta nasıl debelenip durduğunu anlatmak için neden otuz sayfa yazdığını pek anlayamıyorum doğrusu.”
Aynı çalışmayı inceleyen bir başka yayınevi editörünün raporuysa daha çarpıcı: “Anlaşılmaz olaylar içinde boğulduktan, acılar içinde kıvrandıktan, bir türlü yüzeye varamamanın verdiği sinir bozucu sabırsızlık duygusuyla boğuştuktan sonra, nihayet yediyüzyirmi sayfanın sonuna geldiğinde insan, bu yazının ne anlattığı konusunda en ufak ama en ufak bir fikre sahip bile olamıyor. Bütün bu sayfalar ne anlatıyor? Anlamak imkansız. Bir şey söylemek imkansız.”
Bütün yayıncılar benzer tepkiler gösterdiği için Proust, Kayıp Zamanın İzinde'nin ilk kitabı Swanların Tarafı'nı okurlarına ancak kendi parasıyla bastırarak ulaştırabilecektir.

Bir tedavi yöntemi olarak okuma

Bir okuma disiplininden bahsedilebilir mi? Prousta göre hayır: “Bir okuma disiplini yaratmak, sadece teşvik edici bir şeye fazlasıyla rol yüklemektir. Okuma tinsel hayatın eşiğidir, oradaki yolu bize gösterebilir, yolu oluşturmaz.”
Bu cümlelerin arkasından gelen paragrafta ise şunları yazar: “Yine de bazı durumlar vardır, tinsel çöküntülerin patolojik denebilecek bazı durumları, bu durumlarda okuma bir tür iyileştirici disiplin olabilir ve tekrara dayalı teşviklerle tembel bir tini zihinsel yaşama ebediyen dahil etmekle yükümlü olabilir. Bu durumda kitaplar, tembel tin için, bazı siniir hastalarının ruhsal tedavilerine benzer rol oynar.”
Bunalıp yaşama enerjimi yitirmeye başladığım her seferinde dönüp dönüp Nikos Kazancakis'in Zorba'sını okuyan biri olarak bu tedavinin ne kadar etkili olduğunu iyi biliyorum. Şöyle diyor Proust: “Bizim için büyülü anahtarları olan içimizdeki derin, nüfuz edemeyeceğimiz yerlerin kapılarını açan yol gösterici olduğu sürece, okumanın yaşamımızdaki rolü sağıltıcıdır.”

Ruskin'in tilmizi

Prous'tan ve okumadan söz edince Ruskin'e değinmemek olmaz. Yazarımız bu İngiliz eleştirmene yaşamının bir döneminde büyük bir hayranlık besledi. Ruskin'in kitaplarıyla tanışmasını “Evren birdenbire sonsuz bir değer kazandı gözümde” diyerek anlatmıştır. Biraz önce andığım Okuma Üzerine adlı metinin bir bölümü de Proust'un Fransızcaya çevirdiği Ruskin'in Susam ve Zambaklar adlı kitabına yazdığı önsözdür.
Genç Marcel Proust'un yere göğe sığdıramadığı Susam ve Zambaklar'ı büyük bir şevkle elime almıştım. Bu şevkin yerini hayal kırıklığına bırakması uzun sürmedi. Ruskin'in beylik ukalıkları katlanılır gibi değildi. Proust'a bin lanet okuyarak kitabı fırlattım ve bir daha da elime almadım. Zira sonraları Proust da bu yaşlı bilgeden sıkıldı: “Ruskin, ahmakça takıntılı, kısıtlayıcı, yanlış ve saçma sapan şeyler yazıp duruyor.”
Proust, en çok ahkam kesmeyi öğrenmiş olmalı Ruskin'den. Kayıp zamanın İzinde'nin ilk ciltlerinde geniş yer tutan Hugo ve Toltoy'a bile taş çıkartacak ahkam sayfalarının sırrı bu Ruskin hayranlığı döneminde saklı olmalı.



6 Temmuz 2011 Çarşamba

Nazım Hikmet-Peyami Safa: Düşmanların büyüğü çoğu kez eski dostlardan çıkar


1920'li yılların ikinci yarısı... Nazım Hikmet, Ankara'da tutukludur. Cumhuriyet gazetesinin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Safa Bey, onun 'Yanardağ' adlı şiirini yayımlar. Ancak bu durum gazete yönetiminin öfkesini çekmiştir. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesini satın alanlar birinci sayfada şu düzeltme yazısını görecektir:
“Mahkum bir adamın kaleminden çıkmış olan 'Yanardağ' adlı manzume, gazetemizin dünkü nüshasında, yazıişleri müdürüne gösterilmeden yayımlanmıştır. Mesleği mesleğimize katiyyen uymayan bir muharrire ait olan manzumenin gazetemizde yayımlanmış olmasından dolayı, okurlarımızdan özür dileriz:”

Nazım Hikmet, serbest kalıp İstanbul'a gelince, kendisi yüzünden çalıştığı gazetenin yönetimiyle arası açılan sonra da işinden ayrılmak zorunda kalan Peyami Safa'yı arar ve aralarında bir dostluk başlar.

Nazım, 1928 yılında Moskova'dan döndükten sonra Sabiha-Zekeriya Sertel çiftinin çıkardığı Resimli Ay'da çalışmaya başlar. Nazım'ın gelişiyle birlikte Resimli Ay, Sabiha Sertel'in deyimiyle 'artık sol yazarların toplandığı bir dergi' haline gelir: “Nazım yeni bir edebiyatın temelini atmakla kalmıyor, aynı zamanda sosyalizm davasına yeni unsurlar kazanmaya çalışıyordu. Bir zamanlar Peyami Safa'yı da kazanmak sevdasına tutulmuştu. Peyami o zamana kadar vasat hikayeler, romanlar yazardı. Nazım'la temasa geçtikten bir müddet sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanınını yazdı. Nazım, Resimli Ay'da bu kitabın tenkidini yaparken, Peyami'yi övüyor, kendi sanat görüşünü belirtiyordu.”

'Canım Nazım'a kara sevda ile'
Nazım Hikmet'in daha sonra kanlı bıçaklı olacağı Peyami Safa'ya bu desteğine Sabiha Sertel, 'Roman Gibi' adlı anılarında pek anlam veremez görünse de Aziz Nesin, sonraki yıllarda olayın perde arkasını şöyle anlatır:
“Peyami Safa'nın kokain içmeyi deneyip de doğru dürüst kokainman olmayı bile beceremediği yıllarda bir gece Degüstasyon'da içilir. Sonra Nazim Hikmet'le Peyami bir arkadaşlarının evlerine giderler. Orada Peyami kolunun nasıl sakat kaldığını anlatır. Bu olaydan büyük üzüntü duyan Nazım Peyami'ye:
-Nedir yazdığın saçma sapan şeyler... Niçin bu anlattıklarını bir roman yapmıyorsun? Cingöz Recai'leri bırak da bunu yaz der! O günden sonra da bu romanı yazması için Peyami'yi destekler, zorlar. Böylece 'Dokuzuncu Hariciye Koğuşu' ortaya çıkar. Peyami de Nazım Hikmet'e duyduğu minneti, romanı ona ithaf ederek ödemeye çalışır. Nazım Hikmet, Moskova'dan döndükten sonra, Alay Köşkü'ünde onu kürsüye çıkarıp:
-Gelmiş geçmiş Türk şairlerinin en büyüğü diye halka tanıtan Peyami'dir.”
Peyami Safa, o dönemdeki yakın dostuna adadığı bu kitabı 'Canım Nazım'a kara sevda ile' diye yazarak imzalar.
Aziz Nesin'in Alay Köşkü'ndeki toplantılara ilişkin anlattıkları da doğrudur. Dönemin Güzel Sanatlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Safa, sık sık Necip Fazıl'ın da boy gösterdiği bu toplantılardan birinde Nazım'ı 'Büyük şair' olarak tanıtmış ve onunun şiirlerine övgüler düzmüştür.

Yakup Kadri'nin öfkesi
1920'li yılların sonunda Nazım Hikmet'in Resimli Ay sayfalarından estirmeye başladığı rüzgar, dönemin edebiyat otoritelerinin tepkisini çekmekte gecikmez. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milliyet gazetesinde zehir zemberek bir yazı yayımlar: “Bu zavallı nesil bize bin beladan arta kalmıştır... Eğer daha ilk adımda dizleri titriyor ve gözleri uyuşuyor, kulakları uğulduyor, kafaları sersemleşiyorsa bunun kabahati kendilerinde değil, yetiştikleri devrin sayısız fecaatindedir.”

Nazım Hikmet'in çalıştığı Resimli Ay ile Peyami Safa'nın onbeş günlük olarak yayımlamaya başladığı Hareket dergisi bu saldırıya birlikte göğüs gerer.
Bu kavga sürerken Nazım Hikmet'in başlattığı Putları Yıkıyoruz kampanyası ise zaten gergin olan ortamı toz duman içinde bir savaş alanına çevirecektir.
Putları Yıkıyoruz kampanyasını destekleyen Peyami Safa, genç kuşağa ve Nazım Hikmet'e yöneltilen ağır eleştirilere kararlı bir şekilde yanıt verir: “Biz 'Varız' diyen nesiliz, bizde kuvvetimizin şuuru var. ... Yığınlar ayaklanıyor ve 'Yaşa' diye haykırıyorlar. Çünkü büyük bir edebiyat doğuyor. Galeyan var! Kaçılınız, yol veriniz.”

Safa, 'dünya edebiyatında kendine çok has bir nev'in yaratıcısı' diye nitelediği Nazım'ı da şöyle savunur: “O sadece ağlamayan ve haykıran zekasının malzemesini eski insanlıktan aldığı halde çatısını yeni bir teknikle kuran, ona müstakbel dünyaların rengini veren büyük bir kafa mimarıdır.”

Ancak, 1929 yılında Peyami Safa'nıın Resimli Ay'da yayımlanan Nazım Hikmet'in 'Jokond ile Sİ-YA-U'sunu eleştirdiği yazası ikili arasında ilk kez soğuk rüzgarlar esmesine neden olur. Nazım, yazıyı pek önemsemez gibi görünse de ilk kırılma yaşanmıştır.

'Moskova'dan gelen paraları kimler alıyor'
İki genç sanatçı arasındaki ilk ciddi tartışma ise, Nazım Hikmet'in 1934'ün sonunda Unutulan Adam adlı kitabını yazmasından sonra yaşanacaktır. Nazım Hikmet'in hep para sıkıntısı çektiğini bilen Peyami Safa, bir gün “Gelen paraları kimler alıyor” diye sorar. Kastettiği Moskovo'dan 'gelen paralar'dır. Bu soru karşısında büyük şaşkınlık yaşayan Nazım böyle bir şeyin olmadığını ve asla da olamayacağını söyler. Ancak arkadaşının hınzırca bakarak inanmaz bir havada konuyu değiştirmesini asla unutmayacaktır.

Sonrası, Avrupa'da hızla güç kazanan faşist hareketlerin büyük felaketlere doğru hızla yol aldığı ve siyasi kutuplaşmanın bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de giderek derinleştiği yıllar...
Resimli Ay'ın kapanmasının ardından senaryolar kaleme alıp, gazetelere Orhan Selim müstear adıyla yazılar yazarak geçimini sağlamaya çalışan Nazım Hikmet, sadece ezelden düşmanı sağcı yazarların değil, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhan gibi 'eski dost Akbabacılar'ın da hedef tahtası galine gelir.
Nazım Hikmet bu hamlelere 5 Ocak 1935 tarihli Akşam gazetesinde 'İt Ürür kervan Yürür' başlıklı bir yazıyla yanıt verir.
Nazım Hikmet'le eski dostu Peyami Safa kavga ise ikisinin de aynı sayfada köşe yazdıkları Sertellerin Resimli Ay'ı kapattıktan sonra çıkarmaya başladığı Tan gazetesinin sütunlarında su yüzüne çıkar. Tan'ın ikinci sayfasının sol sütununda Orhan Selim 'Bu da Benden', sağ sütunundaysa Peyami Safa 'Düşündükçe' başlığıyla köşe yazıları yazmaktadır. Bu iki yazara aynı sayfada köşe veren gazetenin sahibi Zekeriya Sertel, anılarında o günleri şöyle anlatacaktır:
“Nazım, daha çok komünizmi yaymak ve etrafındakileri komünizme kazanmak endişesindeydi... Bu konu Peyami Safa'yı çileden çıkarıyordu. Peyami çok zeki ve kabiliyetli bir gençti... Nazım onu davaya kazanmaya çok önem veriyordu... Fakat Peyami zeki olduğu kadar da kötü ruhlu bir adamdı. Çok içki içer hatta esrar kullandığı bilinirdi... Nazım'ın çevresinde yarattığı etkiyi kıskanır, onun ak dediğine mutlaka kara derdi..”

'Nazım'ın yazdıkları bakkal ağzı'
Avrupa'da faşizmin hızla iktidara koştuğu 1935 yılında Türkiye'deki aşırı milliyetçi yazar çizer tayfası da sesini daha çok yükseltmeye ve solcu aydınları açıktan hedef göstermeye başlamıştır. Peyami Safa o dönemde bir akşam bir dost sofrasında “Artık Nazım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı, sütçü narası gibi sözlerle dolu” deyince Elif Naci ile aralarında hayli sert bir tartışma yaşanır.

Orhan Selim ertesi gün hem Tan'daki hem de Akşam'daki köşesinde Safa'nın bu sözlerini hedef alır. Tan'daki yazının başlığı 'Kahve-Gazino Entelektüelleri', Akşam'dakininse 'Entelektüel'dir. Akşam'daki köşesinde şunları yazar: “Entelektüellerin çoğu bir bakıma gramofon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar... Tavuğun, sığırın küçüğü, civcivi, palazı, danası güzeldir. Entelektüelinse büyüğü...”
Orhan Selim, birkaç gün sonra Tan'da çıkan 'Eski Dost' başlıklı yazıda ise o bildik atasözünün 'ozanca bir dilekten başka bir şey olmadığını' söyler: “... dostluk şarap gibi değildir. Yıllandıkça güzelliği,tadı artmaz çok kez... Tersine yılların içinde durgun su gibi kurtlanır, yosunlanır, tortulanır. Bunun için de düşmanların büyüğü çoğu kez eski dostlardan çıkar.”

Ataç üzerinden atışma
Bütün bunları üzerine alınmaz görünen Peyami safa, o günlerde Nurullah Ataç'la uğraşmaktadır. 12 Haziran 1935 tarihli Tan'da 'Kıskançlık İlmi' diye bir yazıyla Ataç'a yüklenen Safa'ya Orhan Selim de aynı gazetenin 17 Haziran 1935 tarihli nüshasında 'Ben Münekkitten Yanayım' başlıklı bir yazıyla yanıt verir.

Nazım'ın bu örtülü saldırılarına daha fazla sessiz kalmayan Peyami Safa, 23 Haziran 1935 tarihli tan'da 'Sürü Adamı' başlıklı bir yazı kaleme alır ve Nazım'ı 'dışarıdan aldığı telkinleri dile getiren bir softa' olarak netiler: “İçinde hep sürü insiyakları teptiği için şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu... Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı(dır)...”

Orhan Selim, Safa'ya ertesi gün Tan'da çıkan 'Küçük Adam' başlıklı yazısıyla yanıt verince gidişattan rahatsız olan Zekeriya Sertel, iki muharriri de ayrı ayrı odasına çağırarak uyarma gereği duyar. Bu uyarının ardından Peyami Safa, kavgayı kendisinin çıkarmakta olduğu Hafta dergisinde sürdürmeye karar verir.
Dergide 'Biraz Aydınlık' üst başlığıyla yedi yazı yayımlar. Nazım'ı nasıl tanıdığını, nasıl savunduğunu, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu nasıl ona ithaf ettiğini uzun uzun anlattığı bu yazılarda hasmına yönelik kullandığı ifadeler yenilir yutulur cinsten değildir: 'Şöhretinin büyük kısmını polisin takibine borçlu olan Bolşevik fantoması', 'lirik, cıvık hassas bir şair', 'su katılmamış burjuva'...

Mason locasında eşik aşındıran yazar
Peyami Safa'nın ikinci yazısı çıkınca Nazım Hikmet, Yedigün dergisini yayımlayan Naci Sadullah'a bir röportaj verir. Komünist şair, derginin 17 Temmuz 1935 tarihli sayısında çıkan söyleşisinde, 'küçük burjuva münevveri' diye nitelendirdiği Peyami Safa'ya şöyle yüklenir: “Herhangi bir fikre taassupla bağlanmanın, insanı bir sürü adamı haline soktuğunu söyleyen bu tip, mesela masonluk fikrine ve idealine kör bir taassup ve müthiş bir imanla bağlanmıştı ve bu bağlanışta o kadar ileri varmıştı ki bir mason locasına girebilmek için üç defa eşik aşındırıp üç defa reddedilmeyi bile göze almıştı.”

Peyami Safa, 'Biraz Aydınlık' başlıklı yazılarının üçüncüsünde bu söyleşiye ağır bir dille yanıt verir. 'Kaldırım politikacısı ağzı kullanmak'la eleştirdiği Nazım'ın iddialarını 'herze yumurtlamak' olarak nitelendiren Peyami Safa, bir dönem masonluğa ilgi duyduğunu gizlemez ancak “Üç defa eşik aşındırıp üç defa reddedildiğim yalandır” diye yazar.

Nazım'ın yanıtıysa yine Yedigün'de yayımlanır. Peyami Safa'yı provokatörlükle suçlayan Nazım, “Bu müteredddi fitnenin maskesini alaşağı etmek, onun korkunç iç yüzünü, bulaşık hastalıklar müzesindeki bir ibret levhası gibi ortaya çıkarmak zamanı gelmiştir.”
Peyami Safa'nın bütün hayatı boyunca şahsi menfaat peşinde koştuğunu iddia eden Nazım, onun kendisine “Ben senin hatırın için Marksist olurum” dediğini de aktarır. Nazım, Safa'nın kendisinin sırtını bir yere dayadığına inandığı için böyle söylediğini de öne sürer ve “Bu vehmin hakikat olmadığını anlamasıyla tebellür etti” der.

'Zeka ve şuur harabesi'

Peyami Safa bir sonraki yazısında 'zavallı oğlan' diye nitelediği Nazım'ın sözlerini alaya alır: “Karşıma böyle bir zeka ve şuur harabesi çıkacağını ummuyordum. Gene de bu sözleri Nazım Hikmet'in söylediğine inanmam. Biraz alık salıktır ama benim bildiğim Nazım bu kadar beyinsiz değildir...”

Üslubu gittikçe ağırlaşan yazılarının altıncısında sadece Nazım Hikmet'i değil, bütün solcu aydınları hedef alır Peyami Safa. Biraz Aydınlık dizisinin son yazısını şöyle tamamlar: “Evvelce müdafasını yaptığım Nazım Hikmet'in bu kadar mayasız, cevhersiz ve bomboş olduğunu ben bu polemiğe başlarken bilmiyordum.”

Peyami Safa'nın bu satırları 19 Ağustos 1935 tarihli Hafta'da yayımlanır. Yusuf Ziya Ortaç ile Orhan Seyfi Orhon'un 1 Eylül 1935 tarihinde yayımladıkları Aydabir dergisinin ilk sayısındaysa Nazım Hikmet'in ünlü 'Bir Provokatör Üstüne Hiciv Denemeleri' adlı uzun şiiri yayımlanır. Nazım rakibine son kez şöyle seslenir:

Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa
bir düşün ki, son defa
anlayabilesin:
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin!..
Ben kızabilir miyim sana?
Sen de bilirsin ki, benim adetim değildir
bir posta tatarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp
uşağını dövmek!

Namık Kemal'in de adı karışır

Peyami Safa, 9 Eylül 1935 tarihli Hafta'da bu şiiri“Alık oğlan benim sayısız kusurlarım dururken iftihar ettiğim tek tük faziletimi hicvetmeye yeltenmiş” diye eleştirir ve bundan sonra Nazım'a Cingöz Recai'nin yanıt vereceğini söyler. Hafta'nın 23 Eylül 1935 tarihli sayısında da 'Cingöz Recai'den Nazım Hikmet'e başlığıyla bir yergi yayımlar:
Gel bakayım,
lüle lüle kıvrım kıvrım samur saçlı,
pamuk tenli, al yanaklı sarı papam
...
gel bakayım yetimlikle maytap eden paşa zadem,
Bre toprak altında yatan
büyük Türk ölülerine çatan
...
bre kaltaban
bre Türk düşmanı, bre vatan
haini şarlatan
....

Safa, 'toprak altında yatan büyük türk ölülerine çatan' derken Nazım'ın kendisine yazdığı hicivde Namık Kemal'i 'takma aslan yeleli Namık kemal üstadın' diye eleştirmesine yanıt vermektedir. Nazım'ın Namık Kemal'i bu şekilde nitelendirmesi o dönemde sadece sağcı aydınların değil, solcuların da tepkisini çekecek ve daha büyük yeni bir kavganın başlamasına neden olacaktır.